Bugün
güzel insanların misafiri oldum. Bugün yürekli Çingenelere
misafir oldum. Bir zamanlar Şişli’ye bağlı olan, son dönem
Osmanlı kültürünün anlı şanlı mesire yerlerinden birine ev
sahipliği yapmış bir semtimizde mütevazi evlerinde ağırladılar
beni. Uzun bir aradan sonra dostlarla aynı sofraya oturmak; tahta
zeminin üzerinde bağdaş kurup iki lafın belini kırmak;
teklifsiz, lekesiz, yalansız bir dostluğa bu kadar hasretken; bütün
zehrimi alıp götürdü benim. Gönlüm ferahladı. Yeniden bu kez
daha bir güçlü “yalnız değiliz!” dedim. Var olsun
dostlarımız. Yüreğim onlarla beraber.
Anadolu
insanı genelinde misafirperverdir. Yemez yedirir. Çingene
kültüründe de durum küçük bir nüans farkı hariç benzerdir.
Çingenelerin evine gelen misafirin misafirperverliği kısa sürer.
Kısa zamanda ev halkından biri haline geliverirsiniz. Aynı durum
Çingene Mahallelerine yerleşen farklı sosyal kökenlerden gelen
insanlar için de benzerdir. Atalarınız göçebe zanaatçı
kültürlerden gelmemiş olsa bile, Çingene sosyal kökenine hiçbir
biçimde ait olmasanız bile imkansızlık nedeniyle bir gariban
Çingene Mahallesine taşınmak zorunda kalırsanız bilin ki yeni
komşularınız kısa zamanda sizi kendilerinden kabul edeceklerdir.
Belki de siz de kısa bir süre sonra kendinizi onların bir parçası;
Çingene olarak görmeye başlayacaksınız.
Dostlarımın
mahallesinde bunun birçok örneği var. Sivas veya Kastamonu’dan
gelmiş ataları göçebe zanaatçı olmayan insanlar adeta
bütünleşmişler Çingenelerle. Bu birliğin harcı garibanlık.
Tıpkı evlerinde olduğu gibi dostluklarında da yoksulluğun
damgası var. Kimileri özellikle Çingeneleri yarım insan olarak
görmeye eğilimli olanlar için bu oldukça şaşırtıcı bir durum
olabilir. Ben hiç şaşırmıyorum. Çingeneliğin özünde bir
sosyal köken; nesiller boyunca süren zorunlu bir göçebe
zanaatçılık olduğunun bilinciyle; Çingenelerle Çingene
olmayanlar arasında çok da büyük ayrımlar olmadığını
biliyorum. Varlığı, malı mülkü ebedi sayanlar kendilerine göre
düşkün kabul ettikleri Çingenelere burun kıvırabilirler. Mal
mülk gidip insan anasından doğduğu gibi kalınca o zaman özünde
hepimiz insan oluruz. Ne ayırabilir bizi birbirimizden o zaman?
Ben
bir Çingeneyim. Atalarım göçebe zanaatçılardı. Farklı ırksal
kökenlerden geliyorlardı ama yaşadıkları mesleğe bağlı özel
yaşam tarzı, yaşadıkları acıların ve küçük görülmenin
ortak noktası olan yoksulluk onları bir potada birleştirmişti.
Belki binlerce yıla uzanan bu maziye rağmen; biraz daha
derinliklerine baktığımda insan yüreğinin, farklılığın değil
benzerliğin ortak olduğunu görebiliyorum. Benim ve atalarımın
yaşadıklarını hiç yaşamasa da binlerce insanda sırf insan
olmaktan kaynaklanan büyük ortaklığı hissedebiliyorum. İşte
tam da bu noktada hiç olmadığım kadar huzurlu hissediyorum
kendimi. İnsanoğullarının hepsiyle kardeş oluyorum adeta. Ötesi
var mı? Öz kardeş.
Yüreğimde
öfke yok mu? Var elbette. Ama insan olduklarını, insan olmanın
sorumluluğunu bildiklerini apaçık ortaya koyanlara karşı değil.
İçgüdülerin peşinde, aklını sadece karın doyurmak için
çalıştıran, hırsın ve tutkuların kölesi olmuş insansılara
öfkeleniyorum ben. Onların karşısında büyük bir örnek var
benim için. Koca bir aile oturdukları sofrada peynir zeytinle karın
doyururken kapıyı çalan bir başka garibanı geri çevirmeyen;
gözleri korkunç ama merhametli, yürekleri alev alev insanlar;
benim gerçek dostlarım! Kim demişse halt etmiş önce fiziksel
içgüdüler doyurulur sonra sıra gelir diğerlerine diye. Onlar ki
karnı doymasa da aklı komşusunun garipliğinde olan koca koca
yüreklerdir. Paylaşmak sadece varlıkta olmaz. Asıl yoklukta
paylaşmalı insan lokmasını. Paylaşmak o zaman paylaşmaktır. O
zaman güzeldir.
Teşekkürler
dostlarım. Bir genç kardeşinizi, bir Çingene kardeşinizi;
hepsinden önemlisi bir insan kardeşinizi böylesine güzel
böylesine insanca ağırladığınız için!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder